Kayıtlar

2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

'Durdurun inecek var!'

Resim
Hergün yeni bir kabusa uyanmanın ve günü bir kabusla bitirmenin ne olduğunu İstanbul'da yaşayan halk iyi bilir. Evine ekmek getirebilmek için, henüz gün doğmadan uyanıp yollara koyulan emekçi halkın çilesi bitmek bilmiyor. Üretim esnasında değil, trafikte ter döküyor İstanbullu. Özel arabası ile trafiğe çıkanlardan bahsetmiyorum. Benim sözünü ettiğim bu ülkenin gerçek emekçileri. 'Özgür seyahat' adı altında zorla ceplerine konulan satış kartları ile, yani "akbil" ile bir yerden bir yere ulaşmaya çalışan yurdum insanı. İstanbul'un ücra mahallelerindeyseniz, Gazi'de, Ümraniye, ya da Esenyurt'ta... Belediye size on otobüsü değil de dört otobüsü reva görmüşse vay halinize! İşe yetişebilmek için, uyku ve uyanıklık arasında düşersiniz yollara. Henüz gün doğmadan. Henüz midenize bir lokma girmeden. Otobüs kuyruğunda ön sırayı almak için koşar adımlarla geçersiniz... Ne mendil satan çocuğa günaydın deme fırsatı bulursunuz, ne de geçmekte olan

Siz hiç "tatil oyunu" oynadınız mı?

Resim
Şöyle bir uzanmaya ne dersiniz masmavi bir denize. Tepenizde parıldayan yıldızlar, ve kuş sesleri, çekirge sesleri… Masa ve sandalye yerine çimler; otomobil yerine bisiklet. Zır zır çalan telefonlar yok, sonu gelmeyen e-postalar da. Yani hiç bir trafiğe geçit vermeyecek bir dünya. Uyku ve uyanıklığın bedenimizin iradesinde olduğu bir hayat. Belediye otobüslerinin peşinden koşmak değil de, spor amacıyla yapılan bir koşu. Zaman ve para bir araya gelmediği için yolda ya da iş yerinde yemeğe mecbur bırakıldığımız simit yerine, sütten baldan bir kahvaltı. Kent yaşamının yüzeyselliğinin aksine, gün içinde hem derin sohbetlere, hem de kitap okumaya bolca zaman ayırdığımız bir dünya. Ve oyunlar oynadığımız bir dünya. "Kaybetme- kazanma" üzerine değil bu oyunlar. Eğlendiren, güldüren oyun türü bunlar. Çok mu uzak geldi bu dünya? Hayır. Böyle bir dünya ne düş ne de imkânsız. "Tatil" adı altında bize sunulan, daha doğrusu SATILAN yaşam, hava gibi, su gibi doğal bir ihtiya

Adalet satılık 40 liraya! Alan var mı?

Resim
Bir devlet düşünün ki kanun üstüne kanun yapıyor, neye hizmet ettiğini bilmeden (!) Bir devlet düşünün ki adaleti bile satılık! Öyle bir devlet düşünün ki yurttaşına düşman. Evet, düşüncesi bile bizi tedirgin ediyor, ürpertiyor. Ama o devleti uzakta aramayalım. Çünkü o devlet hayatımızın her alanına hücum etmiş durumda. Çünkü o devlet, kanunlarıyla başımıza vurmakta. Ve ne yazık ki o devletin ‘sevgili yurttaşları’yız. Adil bir dünya istediği için dört duvar arasına hapsettiği yurttaşını oradan çıkarmamak adına her yolu deniyor devletin adaleti. Asıl görevi, yargılamaya ilişkin maddi gerçeği açığa çıkarmak olan devlet, bu sorumluluğunu yerine getirmiyor. Her gün önümüze yeni bir kanun koyarak, biz yurttaşlara gözdağı vermeye çalışıyor(!) Yargıyı sürüncemede bırakıyor. Evet, şimdi önümüze koyulan yeni bir kanun var. Resmi adı, "Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Kanunu" olan bu kanun kaşla göz arasında yürürlüğe konuldu. Bu kanun, davaları temyiz etmek için parayı şar

Sesimi duyan var mı?

Resim
Kör bir kuyunun dibinden sesleniyorum size. Penceresiz, havasız, sessiz hücremden... Sesimi duyan var mı? Bir türkü çığırtsanız kulaklarıma, uzaktan da olsa, ölüm sessizliğini yırtsa hücremin. Mürekkebi solmuş da olsa, bir mektup gelse dosttan gökkuşağına boyasa karanlığı… Rüzgârla savrulup gelsen ey yaşam! Bana yoldaş olan yıldızlar, güneş ve ay, beni bu hücreyle tanıştıran emek ve adalet, yüzleri unutturulan dostlarım sesimi duyan var mı? Dışarıdaki dünyanın rüzgârıyla savrulup giden ey insanlık, sesimi duyan var mı? ••• Gözlerimiz kör, kulaklarımız sağır, dillerimiz lal olmuş adeta… Oysa bu çığlık hemen yanı başımızda! Evet, hapishanelerden yükseliyor bu çığlık. Belki de hepimizi bir gün ağırlayacak o dört duvar arasından... Türkiye'nin kanayan yarası haline gelen o görünmeyen/ bilinmeyen diyardan. Yarayı sarma zamanı gelmedi mi çoktan? O çığlığı duyabilmek, yaranın acısını hissedebilmek için kanamalı mı bizim de bir yanımız? ••• Kirli siyasetin gündemine takılıp k

kapitalizmin 'sevgi'si

Resim
Kapitalizmin 'sevgi'si Aysel Kılıç /14 Şubat 2010 Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı besleyen kitaplara geri döndüm. Hayatımda büyük iz bırakan Rus klasiklerine. Tolstoy’un “Anna Karenina”sını bir kez daha okudum. Mutsuz bir evliliğe ve sosyete yaşamına başkaldıran Anna’nın hikayesinde, her defasında başka başka şeyler görüyorum. Başucumdan ayırmadığım diğer bir roman ise, Dostoyevski’nin “Ezilenler”i. Nataşa ve Vanya’nın çıkarsız, hesapsız ilişlileri. Peki ya “Nasıl Yapmalı?” Henüz on beşimdeyken okuduğum bu muhteşem kitap, Çernişevski’ye olan hayranlığımı zirveye çıkarmaya yetmişti. Başka bir dünyanın, başka sevginin, başka aşkın mümkün olduğunu bas bas bağıran bu yapıt, on beşime kadar üst üste koyduğum tüm tuğlaları yıkmıştı. Yerle bir olan tuğlaların içinde kızıl bir gelinciği yeşertmişti. Güneşi gören bu gelinciğin geriye dönüşü mümkün olabilir miydi. Kolektivizmi, sevmeyi, gerçek aşkı ilmik ilmik dokuyan Çernişevski, kapitalizmin tüm ‘değerleri’ ni yerle

Har(a)ç kuyruğundan çıkıyorum, peki ya siz?

Resim
Geçtiğimiz haftalarda, hastanelerin içinde bulunduğu durumu ve hekiminden memuruna, kadına yönelik cinsiyetçi yaklaşımları kaleme almıştım. Öyle görünüyor ki, sorunlar devam ettiği müddetçe ben de yaşadığım/tanıklığını ettiğim sorunları paylaşmaya devam edeceğim. Hastaneden sonra, bugün dikkat çekmek istediğim kurum ise üniversite. Üniversite ve öğrencilerinin bitmeyen çilesi: Harç. Emekçi çocuklarının her daim düşünde büyüttüğü, ‘parasız eğitimin gerekliliği’ni anlatmayacağım. Bugün paylaşmak istediğim asıl konu, kurumların hantal işleyişi. Öyle tahmin ediyorum ki, cebindeki üç beş kuruşla -benim gibi- üniversiteleri besleyenler, yazdıklarımı hissederek okuyacaklardır. Har(a)ç yatırma meselesi hangimizin gününü kabusa dönüştürmedi ki. • • • Yıllarım öğrencilik ve harç vermekle geçti. Hâlâ da veriyorum(!) Kendi hakkımla, emeğimle girdiğim okula borçlu bırakılıyorum… Yaşamımı idame ettirmek için ter döktüğüm emeğimi (gelir) ‘eğitim’ e veriyorum… Hep veriyorum. Veriyoruz. Bunları

'Evli misiniz, yoksa boşandınız mı?'

Resim
İstanbul’da yaşayıp da yolu Cerrahpaşa’ya düşmeyeniniz var mı? Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, adından da anlaşıldığı gibi bilimin merkezi, üniversite hastanesi. Sadece İstanbul’dan hastalar değil, ülkenin dört bir yanından hastaların akınına uğrayan ‘en güvenilir’ hastanelerin başında gelir (!)Tıp Fakültesinin dev bahçesinden içeri girdiğinizde, beyaz önlükleriyle, telaşla yürüyen yarının hekimleri nice genç kadın ve erkek görürsünüz. ‘Uzman’ hekimlerin peşinde koşturan umutlu gençler… Randevu saatinden daha erken geldiğimden, güzel, güneşli havayı teneffüs etmek için dışarı çıkıyorum. Randevu sistemi olmasına rağmen kapıdan taşan hasta kuyruğunu görünce bugün bana sıra gelmeyeceğini düşündüm. Türkiye’de zamandan daha bol ne var ki (!) Hiç yabancısı olmadığımız bu uzun kuyruk beni rahatsız ediyor. Hem zamanımın kısıtlı olması, hem de adeta bir parçam olan fotoğraf makinemi yanıma almayışım bu huzursuzluğumu artırıyor. Saatler ilerliyor… Jinekolog polikliniğine gitmek için beklediğim kayı