Har(a)ç kuyruğundan çıkıyorum, peki ya siz?

Geçtiğimiz haftalarda, hastanelerin içinde bulunduğu durumu ve hekiminden memuruna, kadına yönelik cinsiyetçi yaklaşımları kaleme almıştım. Öyle görünüyor ki, sorunlar devam ettiği müddetçe ben de yaşadığım/tanıklığını ettiğim sorunları paylaşmaya devam edeceğim. Hastaneden sonra, bugün dikkat çekmek istediğim kurum ise üniversite. Üniversite ve öğrencilerinin bitmeyen çilesi: Harç.
Emekçi çocuklarının her daim düşünde büyüttüğü, ‘parasız eğitimin gerekliliği’ni anlatmayacağım. Bugün paylaşmak istediğim asıl konu, kurumların hantal işleyişi. Öyle tahmin ediyorum ki, cebindeki üç beş kuruşla -benim gibi- üniversiteleri besleyenler, yazdıklarımı hissederek okuyacaklardır. Har(a)ç yatırma meselesi hangimizin gününü kabusa dönüştürmedi ki.
• • •
Yıllarım öğrencilik ve harç vermekle geçti. Hâlâ da veriyorum(!) Kendi hakkımla, emeğimle girdiğim okula borçlu bırakılıyorum… Yaşamımı idame ettirmek için ter döktüğüm emeğimi (gelir) ‘eğitim’ e veriyorum… Hep veriyorum. Veriyoruz.
Bunları düşünürken banka kuyruğunda, benim gibi harç (katkı payı) yatırmak için bekleyen öğrencilerin gözlerine, yüzlerine takılıyor gözlerim. Yılgın, yorgun gözlere. Bu uzun bekleyiş herkesi canından bezdirmiş anlaşılan. Tüm yorgunluğa rağmen sohbet etmek isteyenler de oluyor kuyrukta. Kimisi, elimdeki gazeteyi işaret ederek, “ İlk kez görüyorum. Nasıl bir gazete? “ diye soruyor. Anlatıyorum BirGün’ü. “Ne güzel, bu yaşadığımız çileyi gazetenize yazarsınız artık” diyor esmer güleç yüzlü genç. Kimisi de “Lisansı ne zorluklarla okuyoruz. Madem ki mesleğinizi yapıyorsunuz, ne gereği vardı master yapmaya?” diyor, anlamaya çalışan bakışlarla. Söylenenlerin haklılık payını düşünüyorum… Ve kuyruk başını almış gidiyor. Uzadıkça uzuyor.
• • •
Bankadaki bekleyişim tam iki saatimi aldı. Şimdi sıra ikinci aşamadaydı: Öğrenci işlerindeki kayıt. Gün bitmeden bu kayıt işlemleri bitmeliydi. Okulun yolunu aldım. Aldım ama öğrenci işlerindeki tablo da bankadakinden pek farklı değildi. Bürokrasi son safhada! Odadan odaya koşturulan öğrenciler... Bağrışmalar… Ve hiç de yabancısı olmadığımız o kuyruklar.
Hepimizi birer canavara dönüştüren kuyruklar. Merdivenlere kadar inen kuyrukta sıramı alıyorum ben de. “Sıramı kapacak mı?” tedirginliği, itişip kakışmalar… Yadırgamıyorum, suçlu aramıyorum bu itişip kakışmalardan. Sorunun temelinin farkında olan biri olarak daha sakinim. Birbirimizle değil de, bizi bu hale düşüren sistemin kendisiyle kavga etseydik, enerjimizi doğru yere akıtsaydık, bugün bunları yaşar mıydık?
• • •
Sıra bana gelmişti artık. Kapıyı aralayıp içeri girdiğimde, bilgisayarın başında oturan kadın memurun yüzündeki yorgun ve yılgınlığı fark ediyorum ilk olarak. Yüzüme dahi bakmadan, benden aldığı cevapları bilgisayara kaydediyor, işini biran önce bitirebilme telaşıyla. Sıkıntısı, kuyrukta bekleyen biz öğrencilerinki ile ortaktı.
Nihayet, har(a)ç yatırma ve kayıt işlemlerim bitti. Ama ben de bittim. Yorgun bedenimle eve dönerken, İETT otobüsünün camlarına dayadım başımı. Gözlerimin önünden uzun kuyruklar... Kulaklarımda ise “Sıramı alıyorsun!” çınlamaları…
Otobüsten inip, İstanbul’un güzel bahar havasını kucakladım. Bu bahar, bir gün tüm dünyayı neden kucaklamasın? Ne zaman har(a)ç vermeyi ve kuyruklara girmeyi reddetsek, baharımız da o kadar erken gelir.
Ben har(a)ç kuyruğundan çıkıyorum, peki ya siz?

09 Şubat 2011/BirGün

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

'Evli misiniz, yoksa boşandınız mı?'

Tutuklu kadınlar neden regl olamıyor?

Gezi Direnişi, gazeteciler ve penguenler